Yalanın, gerçeğin giysileriyle aramızda dolaşmasına tarihten birkaç örnek…
Gerçek her zaman aynı mı kalır? Doğru, gerçekle ne ölçüde kesişir? Doğru olan her şeyi gerçek, yanlış olanları gerçekdışı olarak kabul etmek nereye kadar geçerlidir? Birçok filozof bu kavramlarla ilgili çalışmış, küçük ama belirgin farklar ortaya koymuştur. Bir şeyin eğer fiili varlığı ve özü varsa gerçektir. Öte yandan doğru kabul edilen bir durumun ise kanıt ve akıl ile gösterilmesi gerekir. Doğru olan bir şey gerçeği yansıtmaya ve yorumlamaya çalışır. Bu nedenle pek çok dilde benzer ya da aynı kelimelerle tanımlanan bu kavramlar zaman içinde de değişime açık hale gelmiştir. Doğrunun ve gerçeğin kaybedildiği hissiyatı ise insanoğlunun en büyük korkularındandır.
Fransız reklam ve heykeltıraş Jean-Léon Gérôme 19. yüzyılın ünlü isimlerindendi. Hatta döneminde dünyanın yaşayan en önemli sanatçısı olarak anılıyordu. Mitoloji, oryantalizm, tarihi olaylar ve günlük yaşam, çalışmalarının ana konularındandı. Mesleğinin doruğundayken gerçek kavramına merak saldı. Antik çağ filozoflarından Demokritos’un “Gerçek hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü gerçek bir kuyunun içindedir” sözlerinden etkilenerek dört adet resim yaptı. Günümüze ulaşan ve ilk kez 1896’da Paris’te gösterilen “İnsanlığı Utandırmak İçin Kuyusundan Çıkan Gerçek” adlı resimde efsanelerle karışmış şekilde gerçekliğin düştüğü durumu betimliyordu.
ÇIPLAK GERÇEK
Efsaneye göre yalan ile gerçek günün birinde denk gelirler. Yalan neşeyle “Bugün hava çok güzel” der. Gerçek gökyüzüne bakar ve şaşırır. Yalan yalancılığını yapmamış, doğru söylemektedir. Yalanın doğru konuşmalarıyla geçen yürüyüş sonrası bir kuyunun başına varırlar. Yalan kuyunun içine bakar ve “Su çok güzel, birlikte banyo yapalım” der. Gerçek kuşkulansa da suyun güzel olduğunu anlayınca soyunur ve birlikte kuyuya girerler. Ancak yalan aniden sudan çıkar ve gerçeğin elbiselerini alarak kaçar. Gerçek şaşkınlık ve kızgınlıkla kuyudan çıkıp elbiselerini almak için yalanı aramaya başlar ama gerçeği böyle çıplak görenler onu aşağılar ve öfkeyle bakarlar. Bunun üzerine gerçek kuyuya döner ve utançla sonsuza dek ortadan kaybolur. Rivayet o ki o günden beri yalan, gerçeğin elbiselerini giymiş biçimde aramızda dolanır durur. İnsanlık da o günden beri çıplak gerçeği görmek yerine onun giysilerini giyen yalanla karşılaşmaya alışır.
Gérôme tablosunda çıplak gerçeğin şaşkın, endişeli ve öfkeli halini öyle güzel betimlemiştir ki onun yalnızlığına acıma dolu gözlerle bakarken doğrular ve gerçekler hakkındaki kendi çaresizliğimizi unuturuz. Gérôme aynı zamanda bir seyyahtı. Osmanlı, Arap kültür ve yaşamını resimlerinde yansıtmıştı. Bilinen yapıtlarından “Bashi-Bazouk”, Osmanlı ordusunda yer alan “başıbozuk” askerlerinden birini tasvir ediyordu. Bunlar savaş sırasında asıl orduya katılan gönüllü askerler için kullanılan bir tabirdi ve her milletten olabilirlerdi. Düzenli bir komuta kademesi olmadığı için bu şekilde isimlendiriliyorlardı. İlk bilinen örneklerinden biri de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, Mısır’ı işgal eden Napolyon Bonapart’ı o topraklardan atmak için bu askerleri kullanmasıdır. Avrupa’ya doğruyu ve gerçeği getirme heyecanı ile yola çıkan Napolyon zaman içinde bir kurtarıcıdan işgalciye doğru evrilmiş ve hem kendi hem de yaptıkları hakkında doğrular birbirine karışmıştı. Mısır seferi de bunlardan biriydi.
Resmi olarak Osmanlı toprağı sayılsa da 18. yüzyılın sonunda artık Memluk beylerince yönetilen Mısır’ı Napolyon’un işgali uzun sürmedi. Ancak kalması da kolay olmadı. Orada, kendinin ve Avrupa’nın doğrularını kabul ettirmek için gazete yayımlattı ve tiyatro oyunları sergiletti. Bunları Avrupalı mantığı ile işletilen okul, hastane ve devlet daireleri takip etse de yerli halkın gerçekleri başkaydı ve imparator düş kırıklığı içinde buraları terk etmek zorunda kaldı. Kendisi de yaşamı boyunca pek çok kişiyi düş kırıklığına uğratmıştı. Bunlardan biri de ünlü besteci Ludwig van Beethoven’dı.
DÜŞLERİ YIKAN ‘KAHRAMAN’
Beethoven, “Kahramanlık Senfonisi” anlamına gelen ve “Sinfonia Eroica” olarak bilinen “3. Senfoni”sini yazarken o dönem kahraman sayılan Napolyon Bonapart’ı düşünüyordu. Bu nedenle bir süre sonra esere kısaca “Bonaparte” denmeye başlanmıştı. Öyle ya, o zamanlar Napolyon Avrupa’nın çürümüş eski düzenini değiştirmeye soyunmuş bir liderdi. Söylemleri arasında özgürlük, demokrasi ve eşitlik eksik olmadığı için yeni bir dönemi başlatacak gerçek bir kahraman olarak görülüyordu.
Tüm Avrupa’nın saygı duyduğu ve bir kurtarıcı olarak gördüğü isimken 1804’de işler değişmeye başladı. Çünkü Napolyon kendisini imparator ilan ettirmişti. Beklentilerle dolu rüyadan uyanan Avrupa artık bir megalomanın hayallerini izliyordu. Beethoven taç giyme töreni haberini duyunca küplere bindi. Senfonisindeki Napolyon’a ithafı içeren el yazması kısmı çıkardı ama öfkesi geçmemişti, tüm senfoniyi yok etmeye karar verdi. Çünkü ona göre “Kendi hatalarımızı kendimize itiraf etmekten daha dayanılmaz bir şey yoktu.”
“Sinfonia Eroica” arkadaşlarının müdahalesiyle kurtuldu ve günümüze “3. Senfoni” adıyla ulaşabildi. Napolyon’un halen neleri doğru neleri yanlış yaptığıyla irdelenmeye devam ediliyor. Gérôme’nin tablosu Anne de Beaujeu müzesinde “mekânın Mona Lisa’sı” ifadesiyle itibar görüyor. Yanlışlar gerçeğin giysileriyle aramızda gezmeyi sürdürürken bizlere de yalnızca insanlığın pek çok konuda gerçeği görmek istememesine acımak ve şaşırmak düşüyor.