Tarihten beri bizimle birlikte gelen bir beden biçimi mi yoksa kapitalizmin artı değer ekonomisinin bedende yarattığı fazlalıklar mı? İşte obezitenin antropojik kökenleri…
Avusturya’nın Willendorf kasabası çevresinde kazı yapan arkeologlar buldukları taş devri döneminden bir objeye başlangıçta anlam veremediler. Oldukça kilolu bir kadını betimleyen figür pek çok teoriyi de beraberinde getirdi. Yaklaşık 30 bin yıl önceye tarihlenen bu yapıt başlarda bir Tanrıça heykelciği olarak düşünüldü. Öyle ya, avcı-toplayıcı toplumda insanlar ancak doyabildikleri kadarını bulurken böylesi bir şişmanlığın kalıcı yapıt haline getirilme çabası anca bu nedenle olabilirdi. Ancak zamanla bunun altında yatan nedenler daha ete kemiğe büründürülmeye başlandı.
Heykelciğe “Willendorf Venüsü” adı verilmişti. Bir süre sonra Avrupa’nın değişik yerlerinden de benzer buluntulara ilişkin raporlar geldi. Obez heykelciklerin tümünün kadın ve bazılarının hamile olması, heykelciklerin doğurganlığı veya güzelliği temsil ettiği teorilerine yol açmış dolayısıyla “Venüs” teriminin benimsenmesi sağlamıştır. Araştırmalar buzul dönemlerin başlaması ile avcı-toplayıcı insanların ılıman yerlere göç ettiğini, orman ve mağaralarda saklanmaya başladığını gösterdi. Genel anlamda arkeolojik kalıntılara bakıldığında buzul yapılara yakın bölgelerde daha obez heykelcikler bulunması ise bunun aslında bir korunma ve varlığını sürdürme içgüdüsü olabileceğini düşündürüyordu. Buzulların erimesi ve iklimin yumuşaması ile heykelciklerdeki obezite azalmaktaydı. Sonuçta daha dayanıklı olan doğurabilecek ve sonrasında emzirebilecek kadınların bu fiziksel yapıya sahip olabilmesi şartlar gereği önemli ve değerli bir unsurdu. Durum, heykelciklere yansıtmaya değecek kadar da kritikti.
BAZILARINA GÖRE SAĞLIKLIYDI
Venüs heykelciklerinin yapılmasından sonra obezite kavramının gündeme gelmesi yüzyılları aldı. Şişmanlık durumu vardı ancak bu bazen sağlıklı olmakla bile eşdeğer tutulabiliyordu. Tarım ve hayvancılığın 10 bin yıl önce keşfi ile gıda döngüsünde dengesizlikler başladı. Yiyeceğe ulaşımın zorlaşması yeni arayışları beraberinde getirdi. Teknolojideki ilerlemeler sonrası 18. yüzyılda gıda arzı yükseldi. Üretim ve dağıtımdaki artış ile özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve ABD’de insanlar obezite kavramıyla tanışmaya başladı. Diğer coğrafyalarda ise henüz trajedi devam ediyordu. Çin’de 1959-1961 yılları arasında meydana gelen bir kıtlık ve açlık felaketinde 30 milyon kişinin ölmesi bunun bir örneğiydi.
TÜRKİYE’DE OBEZİTE YÜZDE 17
Şişmanlığın yerini obezite kavramına bırakması durumun artık bir hastalık ya da hastalık öncüsü olduğunun habercisiydi. Hareketsizlik ve ihtiyaç fazlası gıdanın bedende yağ olarak birikimi başta diyabet olmak üzere kalp, damar ve böbrek hastalıklarının oluşumunu logaritmik bir biçimde artırıyordu. Üzerinde halen ne derece doğruyu gösterdiği konusunda tartışmalar olsa da beden-kitle endeksi (ağırlığın metre cinsinden boyun karesine bölünmesi) ideal kiloyu işaret etmeye çalışan bir kavram olarak hayatımıza girmişti. ABD’li yetişkinlerin yüzde 40’ından fazlasının, çocuk ve gençlerin neredeyse yüzde 20’sinin obez olması alarm zillerinin Bat’ıdan çalmasını sağladı. Ülkemizde ise Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre obezite oranı yüzde 17. Daha trajik olan ise her beş kadından biri obez.
Sağlık yanında estetik kaygılar da işin içine girince obezite ile mücadele 90’lı yılların sonundan itibaren artış göstermeye başladı. Egzersiz ve hareketli yaşam her ne kadar ilk ve en önemli öneri olsa da bunun kilo kaybına etkisinin çok az olduğunun izlenmesi değişik arayışları beraberinde getirdi. Çeşitli tekniklerle yapılan kilo verme ameliyatları gündeme girdi ancak işlemin ve sonrasının getirdikleri çok da fazla sorgulanmadı. Yapılan bir araştırmada cerrahi ile kilo verenlerin hem hoş olmayan fiziksel yan etkilerle hem de diyet ve egzersiz yerine ameliyatla kilo verme tercihleri ??nedeniyle çevrelerinin sert yargılarıyla da baş etmek zorunda kaldıkları ortaya kondu.
HORMONU TAKLİT EDEN İLAÇLAR
Cerrahi, diyet ve egzersiz üçgeninde aradıklarını bulamayanlar mucize bir zayıflama iksiri peşinde iken son yıllarda yeni bir molekül grubu gündemi değiştirmeye başladı. Ortak özellikleri sindirimi yavaşlatmak ve iştah bastırıcı bir hormon olan GLP-1’i taklit etmek olan ilaçlar tip 2 diyabet hastalığı için bulunmuştu ve aralıklı enjeksiyon yoluyla kullanılıyordu. İlgi o kadar fazla oldu ki yapı olarak benzer olan üç farklı ilaçtan ikisini üreten şirket geçen yıl ekim sonunda yaklaşık 442 milyar dolarlık piyasa değerine ulaştı. Bu sayı, kendi ülkesinin GSYİH’sinden daha yüksekti. Ancak yan etkilerin göz ardı edilmesi, ilaç kesilmesi ile kiloların geri dönmeye başlaması ve yüksek maliyet kullanımı sınırlayan durumlar olarak öne çıkmaktadır.
OBEZİTE VE EKONOMİK BÜYÜME
Bir yandan yaşlanan ve kilo alan toplumlarda devletlerin sağlık giderlerini azaltma arzusu bir yandan bireylerin fazla kilo ile içine düştükleri hastalık ve damgalanma korkuları olayın artık “Willendorf Venüsü”nün faydacı tombulluğundan çok farklı yere geldiğini gösteriyor. Tüketim çılgınlığı ve ekonomik talep ise belki de bu kısır döngünün göz ardı edilen bileşeni. Yuval Noah Harari’nin “Sapiens” kitabında işaret ettiği gibi: “Obezite tüketim çılgınlığı için çifte zaferdir. İnsanlar az yiyerek ekonomik daralmaya yol açmak yerine çok fazla yiyip bunu engelliyor, sonrasında da diyet ürünleri satın alarak ekonomik büyümeye iki kat katkıda bulunuyorlar”.